25.11.2009

Gezenti Adamın Hikayeleri

 
Yurdun batısını şöyle bir kolaçan ettim, geldim. Dağlar hala kıyıya dik uzanıyorlarmış. Bitki örtüsü olarak ta makiyi çekiyorlarmış üzerlerine. Kasım ayı tabi, geceler üşütüyor. Yalnız bazı dağlar bencilliklerinden olsa gerek bitki örtüsünü fazlaca çekmişler, diğerlerinin yamaçları açıkta kalmış.

Yolda giderken hep Sait Faik öyküleri okudum. Bu yazıda onun tesirleri görülürse şaşırmayın. Öyle delibaş bir çoşkuyla yazmış ki, bir yerden sonra cümleleri anlasın diye beynimi koşturmaktan vazgeçiyorum. Şiir okur gibi çağrışım rüzgarlarına bırakıyorum kendimi. Anladı anladı... Anlamazsa bir sonraki cümleye geçsin, diyorum.

>>

Geçen hafta sonu İzmir' e niyet edip çıkmıştım yola. Çıkış noktam şu an çokça ikamet ettiğimiz küçük sınır kasabası İpsala idi. Boğazı geçip Çanakkale' ye vardım. Bu boğazdan geçme işinde de oldukça ustalaştım sayılır. Küçük ve lezzetli bir lokma gibi kayıyorum artık bir ucundan diğer ucuna. Kilitbahir' den kalkan motorlar on dakikada çıkarıyor sizi karaya. Çıktığınız yer güzel Çanakkale. İşiniz acil değilse Şakir' de bir çay içiyorsunuz. Şakir' de bir çayın kırk yıl hatırı varmış. Hele Şakir de oradaysa gel keyfim gel.

Hemen izmir' e devam etmedim. Zira karşılamam gereken mobilyacılar vardı. Anneciğim buradaki evine baza almış. Biz İpsala' da kalıyoruz diye getirememişlerdi memişler. Ertesi gün için sözleştik. Sabah dokuzda kapıya geldiler. Açtım, içeriye buyur ettim. Memişler iki kişi gelmişler. Her birinin elinde birer baza. İkisini birleştirince geniş, tepinmelik bir yatak oluyor. Teşekkür ettim.

Bir gece daha kaldım güzel Çanakkale' de. Annemin "kocabaş" adını taktığı tüplü monitörlü eski bilgisayarımdan internete girdim. İnternete girmenin de nostaljisi mi olurmuş? Oluyo be, eski bilgisayarla yazdığın kelimeler bile eski.

Sabah erken kalktım. Truva firmasından İzmir' e bilet aldım. Bir süre sonra truva atına doluşan askerler gibi usulca doluştuk içeri. Kimse kimseye günaydın bile demedi. Sanırım yanımıza denk gelen ve konuşmaya aç o insanlar ölmüş.

Bu yolu az gitmediydim ben. Hele öğrencilik yıllarımda... Ağaçların sırasını bile hatırlarım. Mola yeri Ayvalık Ekbir Tesisleri. Kapının önündeki göbekli aşçı hala duruyor. Ve ben onu hala gerçek bir insan sanarak belli belirsiz selam vermeye yelteniyorum. Diğer mola yerlerinden farklı olarak kitap satılıyor burada. Küçük bir kulubeciğin içi kitap dolu. Düz yolda bile kitap almayan insanlar dağ başında, bir elleri çişteyken kitap alırlar mı?

İzmir' e giriyoruz. Yeni otoyollar yapılmış, dağı taşı yararak giriyoruz. Her yer ev. Evden geçilmiyor. Kendimizi niye bu çirkin yapılarda yaşamaya mahkum ettik? Tril tril beyaz kumaş içinde, kafaları dallı helenistik çağ insanından ne eksiğimiz vardı? Onlar da bu topraklarda ama ne güzel yapılarda yaşamışlar. Sabahları ekmek almaya giderlerken antik tiyatronun sırtlarından zeytin agaçları görülüyormuş. Tabi o zaman antik değilmiş, sadece "tiyatro" diyorlarmış.

İzmir' de ilk işim Buca' ya gitmek oldu. Sevgili dostum Zekeriya hastalanmış. Evlerine varmadan önce kolonya satması muhtemel dükkanları dolaştım. Kolonyayı bulunca da almaktan vazgeçtim. Daha bugün taburcu olmuş. Geçmiş olsun. Kendine dikkat et dostum, dedim. Ayrılırken omzuna vurdum. O da benim omzuma vurdu. Domuz giribi korkusuyla öpüşmeyi kesmiş insanlara benzedik.

Geceyi Karşıyaka' da, çocukluk arkadaşım Korcan Baba' da geçirdim. Ufo sobasının ışığı altında çocukluğumuzdan konuştuk. Arada sırtımı da ısıtmak için şişe takılmış piliç gibi döndürüyordum kendimi. "Laf anlatıyoruz oğlum, niye götünü dönüyorsun" dedi Korcan.

Sabahınan Bornova yoluna düştüm. "Tren Bornova yönüne gider" diyen seksi anonsu duyasım vardı ama Karşıyaka' da olmam sebebiyle metroya binemedim. Onun yerine 130' nolu otobüse bindim. Yüz otuz yerden dolaşarak okula vardık. Doğruca bölüme gittim. Bölümde şaşıran suratlar karşıladı beni. "Sen Amerika' da değil miydin?" dediler. Tam yedi kere anlattım Amerika' dan dönüş hikayemi. Yedisinde de aynı yerde, aynı esprileri yaptım.

Kampüste şöyle bir yürümeye de vaktim oldu. Tanıdık yüzler değil ama tanıdık hevesler gördüm. Herkes aşık olacak yer arıyordu. Üniversiteye girilmişti ya bundan sonrası çorap söküğü gibi gelirdi. İşmiş, eşmiş, aşmış; bunlar miş' li gelecek zamana ait düşlerdi. Zaman da acele etmesin, bu çimlerin üzerine sırtüstü uzansındı...

İzmir' de olduğumu tek tek söylemedim arkadaşlara. Onun yerine yüzkitabına durumumu bildirir bir not düştüm. Görenler aradı, görmeyenler de daha sonra fırça çekmek üzere görmemezliklerini korudu.

Sonuçta çok farklı yerlerden tanıdığım on beş kadar arkadaşla buluşma kararı aldık. Üstelik yeri, zamanı ve silahları seçmek için üç günümüz kalmıştı. Neyse ki başarılı organizasyonlarla üç farklı grup halinde Alsancak, Bornova ve Bostanlı semtlerinde buluşuldu. Beni en çok sevindiren şey de birbirlerini tanımayan bu arkadaşların kaynaşması, hoş sohbete dalması oldu. Kendimi, yolu sevgiden geçen herkesle bir gün bir yerde buluşmuş Kayahan gibi hissettim.

Bu arada sırt çantamı ve bavulumu da her daim yanımda taşıdığımı belirteyim. Her gece başka bir evde, başka başka kokan temiz çarşaflar içinde ağırlandığımı da utanarak söyliyeyim. Atalarımızın da dediği gibi: Ev alma, komşu da alma, arkadaş al.

İzmir temaslarım daldan dala sürerken bir telefon aldım. Fotoğraf topluluğundan bir dostum evleniyormuş. Yurt dışında olduğumu bildiği için "çıkmaz ama yine de arayayım" diyerek çevirmiş numaramı. Tabi ben daha ilk titreşimde açtım. "Düğün mü, nerede? Hemen geliyorum, ayrılmayın" diyerek kapadım. İşte Bodrum' a yolculuk hikayemiz böyle başladı. Nasıl anlatsam, nerden başlasam. Kaç kişiydik o zaman, kaç kişi kaldık şimdi? Bodrum bodrum olalı böyle düğün görmedi arkadaş. O ne çoşku, ne halaylar, ne dokuz sekiz kıvırtmalar... Kurtlarımızı iyice döktük. Hatta bir ara pistteki kurtları temizlemek üzere düğüne ara verildi. Bu bölge insanında en çok tenya görülüyormuş. Çirkin bişey.

O gece düğün sahibinin misafirleri için kapattığı otelde kaldık. Sabah kahvaltıya kalabilseydim, gelin ve damat yerine misafirlerin balayına çıktığı bu tuhaf organizasyondaki diğer davetlilerle göz göze gelip gülümseyebilirdik. Lakin olmadı. Ben yine bavulları sırtlayıp yola düştüm. Bodrum otogarında iki kaşarlı tost yedikten sonra Marmaris' e doğru yola çıktım. Hazır buralara gelmişken Mayami' den tanıdığım ve burada kısa bir tatil için bulunan dostum (mi hermano) Fırat ile buluşmadan olmazdı. Marmaris' e inince karşımda pantolonlu ve kazaklı bir adam gördüm. Birbirimizi hiç bu halde görmediğimiz için biraz yadırgadık. Neyse pantolonunu biraz sıyırınca Fırat' ı bacağından tanıdım. Sarıldık. "Como esta? Todo Bien" diyerek şakalaştık. Bunlar oradaki hispanik arkadaşlarımızın günde beş yüz defa tekrarladıkları "Nasılsın, iyi misin?" merasimiydi.

Kış aylarında Marmaris başka güzel oluyormuş. Kış ayı dediğime bakmayın bavulumda mayo olsa hiç tereddütsüz plaja koşacağım bir hava yaşıyorduk. Hava kulaklarımıza dalga sesleri, burnumuza da karpuz kokusu getiriyordu. Uzun zaman kış mevsimi yaşamayan ben hala yazı mı özlüyordum. Pes!

Ertesi gün Fırat' ın iki buçuk yaşındaki yiğeni Ege' nin yanaklarından öperek veda ettim. "Yoşun, sen nereye gidiyoşun?" diyerek baktı arkamdan. Düşündüm de -sahi- ben nereye gidiyordum? Cevabı Sait Faik' in öykülerinde bulacağımı sanarak okumaya kaldığım yerden devam ettim.

4 yorum:

oya dedi ki...

yoşun..
şu anda her nerede yaşanıyor veya yaşatılıyorsan,
bayramın orada kutlu olsun..

Şarküteri dedi ki...

OYA:

Saol oya anne, senin ve ailenin de geçmiş bayramlarını kutluyorum. Sevgiler.

Teecetveli dedi ki...
Bu yorum yazar tarafından silindi.
Şarküteri dedi ki...

Ankara ya inşallah bi dahaki sefere cetvelciğim. "V" yapmakla kalsa yine olurdu da başladığım noktaya dönmek için üçgeni tamamlamak zor geldi, dersem inanır mısın?