21.05.2010

Hür Amiral


Askerliği de yedik... Böyle denir. Askerlik bitirilmez, yenir. Fakat bazı askerliklerin sindirimi zordur, bir müddet hazımsızlık yapabilir. Çok şükür, bizimki öyle bir askerlik değildi. Görevimizi yaptık. Nostalji olsun, klasik olsun, hareketli olsun elimiz döndüğünce çaldık. Cephedeki yanık sesli asker neyse, orduevindeki yanık tenli asker de aynıydı. Savaşta ve barışta, hastalıkta ve sağlıkta, ölüm bizi parçalara ayırana dek görev yapacaktık ama biri bir gün Esmeray' dan "gel tezkere" isimli şarkıyı istedi. Hemen sarıldık, dört bir elle, rahmetli Esmeray' ı aratmayacak güzellikte söyledik. Komuntanlar beğendi. Başımızı okşayıp "siz gidin" dediler "sizin zamanınız gelmiş"

>>

Tam olarak böyle olmadıysa da yine bunu andıran şekillerde aldık tezkereyi. Zaten kısa dönem askerlik nedir ki? Kışın giriyorsun baharda çıkıyorsun. Kışın girip te baharda çıkan şey nedir?

Bir, turfanda karpuz
İki, kısa dönem er...

Bu sayfalarda benimle beraber şafak sayan dostlar, akrabalar oldu. Onlara çok teşekkür ediyorum. Bir asker için büyük bir nimettir şafağının takip edilmesi. Çünkü bu, birileri tarafından özlenmenin bir göstergesi.

Bu satırları evimden yazıyorum. Kafamı sağa sola çevirdiğimde başka bilgisayarlar görmemek çok şaşırtıcı. Bizim orduevi tayfasının tercih ettiği bir internet kafe vardı, hadi adını da vereyim de reklam olsun:

"Ecren Cafe"

Karargahtaki berberimizin kişisel sergisi gibiydi mekan... Hepsi aynı beceriksizlikle kesilmiş yirmi kadar "ensenin" koridor boyunca sağlı sollu dizildiğini hayal edin... Aslen balıkçılık yaptığını beyan etmiş olan acemi berberin bir günahı yok! O önüne ne getirilirse kesmek zorunda, fakat yine de merak ediyorum, eserlerini toplu olarak görme fırsatı buldu mu bu kafede? Ya da bulacak mı? Kendisi, sanıyorum ki askerliğine devam ediyordur. Onun yokluğunda balıklar ne mutludur.

Geçen yazıda kullandığım şafak cetveli Ecren Kafe imzası taşıyordu. Ve başka bir yazıda bahsettiğim gökten zembille ve teklifsizce inen çay bardakları da yine oraya aitti. Günün birinde "Ecren Kültür ve Sanat Merkezi" araması sonucu bu sayfaya düşecek olan "alt kurralarıma" şimdiden selamlarımı yolluyorum. Ben bitirdim, darısı başınıza dostlar...

Evet "bitirdik" derken topu topu bir on gün olmuş. Benzetmek gibi olmasın, uzun süre hapiste yatmış mahkumlar dışarı çıktıklarında nasıl apışıp kalıyorlarsa, tezkereci askerler de öyle şaşkına dönüyor. Örneğin ben, kısa bir otobüs seyahatinin ardından Kadıköy meydanında bulmuştum kendimi. Kadıköy değil, bildiğin karınca yuvasının içine düşmüşüm gibi geldi. Sağdan soldan fışkıran insan kümeleri, motor gürültüsü, vapur düdükleri, selpak satan çocuklar, uzun saçlı ve sakallı erkekler... Hepsi tuhaf bir biçimde üzerime geliyorlar sandım. Benim Gölcük' teki çarşı izinlerim gayet sakindi. Ve erkeklerin akılları nizami, saçları kısa idi.

On gündür ne yaptın da yazı yazmadın, diyebilirsiniz. Kendimi sivil dünyaya adapte etmeye çalıştım dostlar. Anne şefkatinin, baba sevecenliğinin otağına kamp kurdum. Fakat daha üç gün geçmeden bunlar "iş bul, eş bul, para bul" diye evden kovdular beni. Çok ağrıma gitti, gururum kırıldı.

"Baba, bulayım ama önce bir ellilik ver de saçımı kestireyim" dedim.
"Sakallarını da kes" dedi.

Zorlu bir askerlik dönemi geçirmediğimi söylemekle biraz hata ettim galiba. "Askerlik sonrası nazı" denilen kurumdan zerre kadar faydalanamadım arkadaş. Kız evi naz eviydi tamam da, asker evi de naz evi olmuyor muydu? Ben mi yanlış biliyorum? Herhalde çok geç yaşta askere gitmenin yol açtığı durumlar bunlar. Çok geç dediğimiz de otuz yahu. Dante gibi ortasında bile değiliz ömrün.

Bu yazı dizisinde (yazı dizisi?) askerlik kültürüne ait çeşitli klişeleri, gelenekleri bir deniz erinin gözünden yazmaya çalıştım. Tabi ki tek tek hepsine değinmem mümkün olmadı. Zaten geri kalanını askerlik anıları olarak çoluk çocuğa anlatacağım. Bire beş katarak anlatacağım için burada belge bırakmak istemiyorum, malum internet çağındayız. Fakat bir askerlik ritüeli daha var ki onu anlatmadan bu diziyi kapatırsam yazık olacak. Eh, olmasın bari...

Askerliğin son gecesindeyiz... Artık şafak ultra comolokko olduğu için içeride serbest kıyafetle dolaşıyoruz. Rütbesiz erin varabiceği bu son mertebeye ulaşan bizim gibiler:

"Şafak doğan güneş!" derler.

Yani "doğacak günle beraber alıp başımı gideceğim, denizden yeni çıkmış ağların kokusunda" diye de tercüme edilebilir.

Herneyse, biz bu sarhoşluk içinde dolaşırken bir kısa dönem arkadaş yaklaşıp "beyler iş başı partisi var, gelmiyor musunuz?" diye sordu. Mustafa ile birbirimize baktık... İş başı denilen kıyafet deniz erlerinin devamlı giydiği üniforma. Tabi biz orduevinde çalışan hizmet taburu askerleri olduğumuz için "iş başı" yerine kumaş pantolon ve gömlek giymekle yükümlüyüz.

"Ne partisi ya?" dediğimi anımsıyorum... Bundan yaklaşık 15 dakika sonra iş başılarımı giymiş, kollarını -hep özendiğim gibi- kıvırmış ve düğmeyle sabitlemiş olarak taburdaki sırama girdim. Yanımda Mustafa, onun yanında Evren... Biz üç sazan iş başı partisi yapılacak diye bayram çocukları gibi giyinip kuşandık. Ama diğer kısa dönemler piyasada yok. Aslında orada kuşkulanmamız lazımdı bir şeylerden ama saf ve temiz kalpli olduğumuz için kafamız basmadı.

Neyse, yoklamayı alsın diye nöbetçi astsubayı bekliyoruz... Son taburumuza (içtima) katılacağımız için heyecanlıyız, sağa sola sataşıp makara yapıyoruz. O sırasa "roof bar" da çalışan uzun dönemlerden bir çocuk yanıma yaklaştı "Abi sen doğan güneş diyorsun di mi?" diye sordu. "He canım" dedim. "Darısı başına" demeye hazırlanırken oğlanın elini benim gömleğin cebinde gördüm. Bayağı cebin içine girmiş... Caaaaaaart! Söktü aldı. Gömleğin cebi çocuğun elinde dalgalanıyor... Sonra çaycı Mehmet arkamdan yapıştı "Yosuuuuuun aaaaaaağğbeeeey" dedi. Döndüm baktım, omuz apoletim elinde. Böyle çamsakızıyla ağda yapar gibi cırt cırt alıyorlar. Acı hissetmiyorum. Evren ile göz göze geldik. Götüm götüm uzaklaşma gayreti içinde. Ellerini de iki yana kaldırmış "Hayır! Sakın ha!" diye bağırıyor. İş başılarını sivilde giymek gibi bir fantezisi var onun. Mustafa üst kattaki koğuşuna kaçacak... Fakat merdiven başında paçayı kaptırmış durumda. Bense gömleğin sol kolunu da hayırlısıyla teslim ettikten sonra gideyim istiyorum. Kol gelmiyor. Deniz Dikim Evi sağlam dikmiş benim sol kolu. Ama pantolon için aynı şeyleri söyleyemeyeceğim, sadece üç kişinin çekiştirmesiyle liğme liğme olur mu bir pantolon?..

Artık yerdeyiz. Bildiğin tecavüz sahnesi. Tezkere düşmanı diğer bir takım uzun dönemler de üzerimdeymiş. "Hayırdır, nerden bu samimiyet?" diyeceğim ama öyle bir durumda çok farketmeyecek. Neyse efendim, askerliğin bu son gecesinde elimde kalan bir kuru kemer, don ve atlet. Kemer hala belimde bağlı. Çok komik. Kendim olmasam yerlere yatıp güleceğim. Ama kendim olduğum için kızgınmış gibi yapıyorum. Aslında kızgınım. Yerden göğe kadar hakkım var kızgın olmaya. En iyisi biraz küfredeyim. Küfredip kendime geleyim.

Vay.............................. rı!

Koğuşa gelip kemerimi çözüyor ve pijamalarımı giyiyorum. En azından soyunmak kolay oldu lan. Sonradan geleneğin böyle olduğunu dair bir açıklama yapıyor arkadaşlar. Benim kıyafetlerden parçaları hatıra olsun diye alıyorlarmış. Pek yemedim ama. Öyleymiş öyle...

Diğerleri ne hatıra niyetine ne saklar bilemeyeceğim ama bendeki sarı kemer o gecenin, hatta bütün bir askerliğin hatırası olarak kalacak.

9 yorum:

Çağlar dedi ki...

Ne diyeceğiz paşam, anca hayırlı olsun denir.
Ama kemer, o bambaşkaymış :)
Yani kemerli bünye :D

basak dedi ki...

Ne diyeceğiz hakkikaten? Beğen birini: Geçmiş olsun, hayırlı olsun, tebrikler, hoşgeldin...

mit dedi ki...

Hayırlı olsun ve evine hoş geldin. Aman dikkat! Bakkala çakkala girerken topuklarını birbirine vurup kafa selamı verme. Telefonu açarken -atıyorum- "Yazıhane Şarkuteri" falan deme sakın. Ben yaptım, ordan biliyorum :)

Tekrardan geçmiş olsun bastonum :)

Şarküteri dedi ki...

ÇAĞLAR:
Kemerin üzerinde kumaş köprüler de takılı ama :)) Eyvallah, teşekkür ederim.

BAŞAK:
Hepsinden yüzer gram alayım biraz da beyaz leblebi. Sen de yeni bloğuna hoşgeldin Başak' çım. Ben daha yeni gördüm de...

MİT:
Evet, telefon işi sakat. Cep telefonunu değil ama ev telefonunu künye okuyarak açasım var :) Şimdi ben sizin devrenin bastonu mu oluyorum? Doğrudur :))

Portia dedi ki...

Pek keyifli bir askerlik yazı dizisi oldu, ellerine sağlık ama hala görsel malzeme eksikliği var :) Bari kemerin fotoğrafını görseydik...

Şarküteri dedi ki...

PORTİA:
Sanırım halledebilirz onu. Bi saniye...

Portia dedi ki...

Süper hızlı güncelleme geldi valla, bunun için de eline sağlık :) Bu kemer başlı başına bir savunma ve saldırı aracı olarak kullanılabilir gözüktü bana.

Teecetveli dedi ki...
Bu yorum yazar tarafından silindi.
Şarküteri dedi ki...

PORTİA:
Takipçilerimizin arzusu başımızın üzerinde gördüğün gibi, diyerek politik bir tavra girmeyeyim en iyisi :) Birşey değil portia. Savunma aracı olarak kullanmama gerek kalmadı o gün çünkü savunacak birşey kalmadı.

TEECETVELİ:
Civciv sarısı gibi renkler, takdir edersin ki askeriyede kullanılmıyor. Ama orası için yine de çok göz alıcı, parlak bi sarı bu...