31.12.2010

İki, Bin, On ve Bir

    
Bu dört arkadaşın el ele verip koca bir yılın hakkından gelmesine çok az kaldı. Bir önceki yılın Aralık ayında nice umutlarla beklediğimiz 2010 yılını şimdi "pis, kaka" diyerek uğurlamaya, hatta kaba etine denk getirebilirsek güzel de bir tekme sallamaya hazırlanıyoruz. Nankörlük bizimkisi. İnsanoğlu çiğ süt emmiş, diye boşuna dememişler. 

Fakat ben şahsen 2010' dan çok memnun kaldım. Uzun zamandır gözümde büyüttüğüm askerlik görevimi tamamladım bu yıl. Yurtdışındaki özlem günlerinin ardından ailemle bol bol vakit geçirme şansım oldu. Babam 37 yıllık memuriyet hayatını bu yıl sonlandırdı. Ve ben Türkiye' deki ilk işime bu yılın son ayında kavuşmuş oldum. Daha ne istenir ki bir yıldan? Ha, bir şey kaldı geriye ama onu da iki, bin, on ve bir  kardeşlere havale ettik artık...

26.11.2010

BU DA OLDU!


Öğretmen öğrencilerine facebook üzerinden ödev verdi. Ödevi veren kişi çok eski bir arkadaşım. Görünce dayanamayıp buraya taşımaya karar verdim. Tüfeğin icat olması, paranın bulunması gibi bir milat çünkü. 

Öğrencilerim! İlköğretim için şiir, lise için düz yazı olmak üzere "öğretmen" konulu yarışma var, lütfen tatilde bir şeyler karalayın ve bana e-posta yoluyla -Profilimden adresimi alabilirsiniz- gönderin. Gönderemeyenler pazartesi elden de verebilirler. Sevgiyle..

7.11.2010

Dilden Dile Şiir / Sizin için


İki buçuk yıl süren Amerika macerasının sonunda ülkeme geri dönüyordum. Bavulum her zamanki gibi bomboş gözlerle bakıyordu bana. Bomboş olan gözleri değil, gözleri bu arada... Kelime oyunu yapmıyorum, vallahi çok kötü bir huyum var. Bir yolculuk öncesi ne yapıp ne edip bavul hazırlamayı hep son dakikaya bırakıyorum. Bakın, son saate demiyorum. Son dakikaya! Bu sefer de benzer bir durumla karşılaşacağımdan habersiz "nasıl olsa daha 18 saat var" diyerek evden çıkmaya hazırlanıyordum ki telefon çaldı. Arayan annemdi. "Hazır mısın oğlum?" diye sordu. Annelerin koku alma yeteneklerine hayranım. "Son rötuşları yapıyorum anne" dedim. Yalan değildi. "Son rötuşlar" çoğul bir ifade olduğu için zaman içine yayılabilme ihtimalleri vardı. Ve görünüşe göre bu ihtimali seve seve değerlendireceklerdi!

4.10.2010

Eski Aşkım Müzik


"Walkman" yani yürüyen adam denmişti adına. Biz adında değildik, daha çok kafaya taç misali takılan sünger kulaklıklarına hasta oluyorduk. Kayıt stüdyosunda camın arkasında şarkı söyleyen adama benzeyecekti bunu takan. Ya da helikopter pilotu gibi kasım kasım kasılacaktı. Helikopter pilotları kulaklıklarını takıp kasım kasım kasılıyorlar mıydı? Çocukluk aklıyla evet, şimdiki aklımla bilemiyorum diye cevaplayacağım. Sonuçta pek kimsenin uçuramadığı bi aleti uçuruyorsun... Neyse, demem o ki o yıllarda pek alışık olmadığımız bir görüntüydü sokak ortasında kulaklık.

Nasıl yapmalı, nerden bulmalı, bir volkmen edinmeliydi. Mahallemize ilk ateş komşumuzun oğlu Onur' un elinden düşmüştü bile. Bundan sonra rahat uyku yoktu bize... Bol bol hayal kurup volkmenimizi alınca nerelere gideceğimizi, volkmende hangi kasetleri dinleyeceğimizi düşlemeliydik. Tabi bu arada babalarımızı da her gördüğümüz yerde sıkıştırıp zırlama nöbetleriyle sonuç almaya çalışmalıydık.

"Ama Onur' un babası almış"

14.09.2010

Profesyonel Fotoğrafçı

 
Askerlik yazılarını bitirdik ama "acemilik" döneminde tuttuğum bazı notlar geçti elime, okuyup okuyup gülüyorum. İşte bunlardan biri... 


Komutan: Aranızda fotoğraftan anlayan var mı?
Asker: Var komutanım.
Komutan: Ama profesyonel misin?
Asker: !?
Komutan: Yani bu işten para kazandın mı?
Asker: Cumhuriyet altını kazandım.

10.08.2010

Küresel Kaygılar

 
Bir aylık bir aradan sonra tekrar merhaba. Amacım ayda en az bir yazı yazabilmek. Hiç olmazsa Şarküteri' nin sürekliliğini korumak için yapmam lazım bunu. Tabi daha çok yazmak, gözlemleri, fikirleri akla geldiği anda göğüste yumşatarak klavyeye indirmek en doğru iş. Ama gördüğünüz üzere başaramıyorum bunu bu aralar... Üstelik son bir haftadır vaktimin çoğunu bilgisayar karşısında geçirmeme rağmen konsantre olamıyorum. Aklım çeşitli çeldiriciler tarafından çeliniyor. A konusunu arşatırmak için girdiğim bir "gugıl" aramasından C konusu hakkında bilgilenip F konusu hakkında da merak sahibi olarak ayrılıyorum. Tabi ki bunula bitmiyor, F konusunu aramak için geri döndüğümde aslında M yönteminin U yöntemine göre ne kadar üstün olduğunu düşünürken buluyorum kendimi. Sonra kafamın içinden annemin sesine benzer bir ses geliyor: 

"Blog yazısı ne oldu?"

5.07.2010

Hafıza

 
Atalarımız da bizim gibi kıyaslama yapmaya meraklıymış. Çok okuyan mı bilir, çok gezen mi diye merak etmişler. Eh o zamanlar basılı kaynaklar kısıtlı olduğundan, bilse bilse "gezen" daha çok bilir diye karara bağlamışlar. Fakat bu gezen kişi de nasıl bir seyyahsa artık, eline zerre kitap almadan geziyormuş. O zamanlar Kamil Koç yok, hayatı yollarda geçen adam kendini nasıl oyalıyormuş ki?

"Ya ne okuycam, nasıl olsa çok geziyorum. Çok bilen adam olmama şunun şurasında 6 vilayet, 4 kasaba kalmışken niye kasayım aga?"

şeklinde mi düşünüyordu acaba? Halbuki gezdiği kadar da okuyup incelese ünlü türk büyüklerine yeni bir isim eklememiz mümkün olabilirmiş. Ama tercih meselesi tabi, bazı atalarımız yedikleri içtikleri kendilerine kalmak kaydıyla gezip gördüklerini anlatmayı daha cazip bulurken, bazıları da kariyerlerine "görece daha az bilen insan" olarak devam ederek kitaplara gömülmeyi seçmişler. Bunların hepsi ata. Ataya saygı duymak lazım.

17.06.2010

Bağış


Geçenlerde Kızılay' a bağış yaptım. Para değil, erzak değil, çadır bezi hiç değil... Bir avuç kan! Vücudunun içinden birşey çıkarıp bağışlamak ne yüce bir duygu. Hani ciğere ihtiyacı olan bir arkadaşına "ak mı kara mı?" diye sorduktan sonra "bi saniye" deyip löng diye çıkarıp vermek gibi... Hadi o kadar da abartmayalım ama manevi tatmin açısından organ bağışlamaya çok yakın bir duygu kan vermek. Bi de Kızılay' ın güzel bir uygulaması var, bağışladığınız kan ihtiyaç sahibine ulaşınca cep telefonunuza mesaj atıyorlar... Başta bunun bir formalite olduğunu düşünmüştüm. Yani "kanlar kişilere ulaşsın ya da ulaşmasın her durumda mesajı sallıyorlardır" dedim. Fakat öyle değilmiş, poşetler üzerindeki barkot sistemi ile kimin kanı kime verildi, ne kadar uyum sağladı diye kayıtlar tutuluyormuş... 

7.06.2010

Fizik Kuralları


Fizik kurallarını anlayamıyorum. Bu kadar sert ve katı olmak zorundalar mı? Disiplin ve yönetmelikleri harfiyen uygulayan devlet memuru bile arada bir şaşırır, ne bileyim bazen bir kurala farklı bir yorum getirmeyi falan dener... Ama fizik kuraları burnundan kıl aldırmaz!

21.05.2010

Hür Amiral


Askerliği de yedik... Böyle denir. Askerlik bitirilmez, yenir. Fakat bazı askerliklerin sindirimi zordur, bir müddet hazımsızlık yapabilir. Çok şükür, bizimki öyle bir askerlik değildi. Görevimizi yaptık. Nostalji olsun, klasik olsun, hareketli olsun elimiz döndüğünce çaldık. Cephedeki yanık sesli asker neyse, orduevindeki yanık tenli asker de aynıydı. Savaşta ve barışta, hastalıkta ve sağlıkta, ölüm bizi parçalara ayırana dek görev yapacaktık ama biri bir gün Esmeray' dan "gel tezkere" isimli şarkıyı istedi. Hemen sarıldık, dört bir elle, rahmetli Esmeray' ı aratmayacak güzellikte söyledik. Komuntanlar beğendi. Başımızı okşayıp "siz gidin" dediler "sizin zamanınız gelmiş"

22.04.2010

Nizami 25, Dadaşlar Diyarı

 
Sevgili blog yazarları, blog okurları, sayın valim, kuvvet komutanları ve değerli basın mensupları... Bugün sizlere Dadadaşlar Diyarı Erzurum' dan sesleniyorum (Bu esnada bir mikrofon cayırtısı kopması adettendir) Cııyyyyyyyt! Pıt, pıt, pıt!

Tabi gerçekte Gölcük' teyiz ama sanal plaka sayımı çerçevesinde ilgili şehre gidip oranın tarihi-kültürel dokusuna, efendime söyleyeyim, ekonomik ve ticari hayatına bir takım göndermeler yapıyoruz. Maksat askerlik gelenekleri yaşasın.

25-Erzurum. Yarın 24-Erzincan. Edirne' ye gelince (memleketim olması nedeniyle) Arkadaşlarıma pasta ısmarlamam bekleniyor. Aksi takdirde sırtıma binip bir takım tasvip etmediğim askerlik geleneklerini yaşatacaklarmış. Gelenek te böyle birşey işte. Bir kısmını tasvip ederken bir kısmını tasvip edemiyorsun.

2.04.2010

Kırkbeş. Başka Yok, Zoruna Gitmesin


Önceki yazıyı harala gürele yazmıştım üç çarşı önce. Hiçbiriniz de uyarmıyorsunuz "yazım hataları, anlam hataları" var diye... Genelde yazdıktan sonra son bir kontrol yapıyorum, hani öğrencinin sınav kağıdını teslim etmeden önce kağıtla helalleşmesi gibi... Hoş öğrencilik dönemimde pek başıma gelmezdi bu, genellikle elimden söke söke alırdı asistanlar. Hah işte, bu asistanlar şu anki hayatımda "nöbetçi astsubay" kılığında çıktılar karşıma. Hayatı zorlaştıran bu adamların toplam miktarı azalmıyor dostlar, maddenin korunumu yasasına tabi olduklarından hayatımızın farklı dönemlerinde farklı kimliklerle geliyorlar sahneye. Neymiş "geç izni olmadan geç giriş" yaparsak ceza alırmışız. Lisede de "geç kağıdı" vardı, hatırlarsanız... Zamanın su gibi aktığı bir çarşı izni düşünün, kum saatinin o daracık boynunu tuvalet fırçasıyla genişletmişler gibi adeta. Öyle bir hızla akıyor. Kum saati değil, kum borusu olmuş! Şimdilerde güneş te geç battığından öğlenin ortasında nizamiye kapısından geri girmek, a dostlar ne yamandır... Bloğunuza yazdığınız yazıyı kontrol edememiş olmak, bir bardak daha fazla çay içememiş olmak faalan lafü güzaf...

4.03.2010

Şafak Olmuş Comolokko


Bir çarşı gününden daha hepize sevgi ve saygılarımı gönderiyorum. Gökten inen çay bardakları eşliğinde ilginç bir internet kafe tecrübesi yaşıyorum. Gölcük' teki hayat askerlere göre ayarlanmış. İlçe nüfusunun yarısından fazlasını oluşturan bu grup buradaki ekonomiyi ayakta tutan yegane sosyal sınıf. Çarşıya çıkmış her asker üç saat internet, iki çift çorap, üç bardak çay, bir de tavuk ekmek döner demek. Bunlar minumum ihtiyaçlar. Daha hali vakti yerinde olan erler, tatlıcılar ve börekçiler tarafından da dikkate alınıyor.

20.02.2010

Günaydın Güzelim


Çok tuhaf birşey oldu. Bir önceki yazıda değindiğim "sabah uyandırma" cümlesinden şikayet etmiştim, hatırlarsınız. Geçen pazar Çavuş Metin bizim koğuşa "good morning beatiful" şarkısını söylerek girince rüyada bile bu kadar saçmalık olmaz diyerek uyandım. Öyle ya askerdesin, koğuş kapın açılıyor ve üzerinde işbaşı kıyafetiyle çavuş, ingilizce romantik bir şarkıyla insanları uyandırıyor. Müzikal film gibi. Hani yataklardan sırayla doğrulup şarkıya eşlik etmeye başlasak hiç kimse yadırgamayacak. Öyle duygusal bir hava hakim. Gülsen gülünmez, ağlasan ağlasan ağlanmaz. Bir süre bekledik, bir iki mısra değil tüm şarkıyı ezberlemiş adam. Çoştukça çoşuyor. Sesi pek güzel sayılmaz ama doğru ritminde söylüyor. Zarif bir dekreşendo ile şarkıyı bitirip başka hiçbirşey demeden çıkıp gitti. Usulca doğrulup birbirimize baktık. Filmin müzikli sahnesi bitmiş diyaloglara geçilmişti.

4.02.2010

Haydi Beyler Günaydın!

 
Ayakta olan beylerin uyuyan beylere hitabı bu. Ayaktakiler o gecenin nöbetçi çavuşları; uyuyan beyler de biz oluyoruz. O günkü mesaisine gitmek üzere kalkması, giyinmesi ve gözlerindeki çapağı sıcak suyla temizlemesi gerekenler... Şimdi şikayet etmenin anlamı yok, keyfimiz yerinde. 24 saat sıcak var. Kişisel ve perdesi olan duşlardan bahsediyorum. Hamam tasıyla kafaya su dökmek yok. İşimiz de güzel, orduevindeki memurlar gibi çalışıyoruz; tek farkı mesai sonrası ev yerine koğuşlara dönmek. Askerlik çok zor değil, yeter ki şu "başlıktaki" gibi uyandırılmayalım. Hele küçükken anfi yutmuş o bariton sesli asker tarafından hiç uyandırılmayalım. Birileri koğuşa girip "haydi uykucu tembeller işe geç kalacaksınız, komutanın poponuzu pataklamasını istemiyorsanız lütfen hemen kalkıp giyinin" gibi kötü bir dublaj türkçesiyle uyandırsın. Ya da başka saçma cümleler kursun, hiç farketmez... Yeter ki "Haydi Beyler Günaydın" la uyanmayalım. İki aydır her sabahın altısındaki kabusum oldu bu.

1.01.2010

USTA ASKER

 
Dün itibari ile yemin ettim ve usta er ünvanı kazandım. Kısa süren acemilik döneminde kazandığım ustalıklar saymakla bitmez; Sıraya nasıl kaynak yapılır, bulunduğun sıraya yapılan kaynaklar nasıl savuşturulur, tuvalet ve mıntıka temizliğinden nasıl kaçılır, ıslak ve nemli beton üzerine nasıl oturulur, ıslak ve nemli beton üzerine cırcır olmadan nasıl oturulur, cırcır olunca nasıl bir tedavi yolu izlenir, ıslak mendil ile nasıl duş alınır, horlayan adam nasıl etkisiz hale getirilir vb...