4.10.2010

Eski Aşkım Müzik


"Walkman" yani yürüyen adam denmişti adına. Biz adında değildik, daha çok kafaya taç misali takılan sünger kulaklıklarına hasta oluyorduk. Kayıt stüdyosunda camın arkasında şarkı söyleyen adama benzeyecekti bunu takan. Ya da helikopter pilotu gibi kasım kasım kasılacaktı. Helikopter pilotları kulaklıklarını takıp kasım kasım kasılıyorlar mıydı? Çocukluk aklıyla evet, şimdiki aklımla bilemiyorum diye cevaplayacağım. Sonuçta pek kimsenin uçuramadığı bi aleti uçuruyorsun... Neyse, demem o ki o yıllarda pek alışık olmadığımız bir görüntüydü sokak ortasında kulaklık.

Nasıl yapmalı, nerden bulmalı, bir volkmen edinmeliydi. Mahallemize ilk ateş komşumuzun oğlu Onur' un elinden düşmüştü bile. Bundan sonra rahat uyku yoktu bize... Bol bol hayal kurup volkmenimizi alınca nerelere gideceğimizi, volkmende hangi kasetleri dinleyeceğimizi düşlemeliydik. Tabi bu arada babalarımızı da her gördüğümüz yerde sıkıştırıp zırlama nöbetleriyle sonuç almaya çalışmalıydık.

"Ama Onur' un babası almış"

>>

Falancalar almış, filancalar yapmış kalıbı çoğunlukla iş yapan bir kalıptı. Ama zırlamadan zırlamaya da fark vardı... İyi bir zırlama "içine zırlama" diye tabir ettiğimiz, birşeylerden yoksun kalarak boynunu büken çocuğun zırlamasıdır. Dışa zırlama ise tahmin edeceğiniz üzere rahatsızlık veren, cinsel ilişkilerde korunmanın önemini bir defa daha hatırlatacak tarzda bir zırlama türüdür. Çocuk bu tür bir zırlamayla hedefine ulaşamayacağı gibi kendisini bir hedef haline getirebilir. O yüzden azıcık kafası çalışan çocuğun birinci türden bir zırlamayı tercih etmesi beklenir.

Biraz kafam çalıştığı için kısa zamanda aldırmıştım volkmenimi. Kafamdan bağlayıp "pley" e bastığım zaman ayaklarım yerden kesilmişti. Hiçbiryerden gelen müziğe işte o zaman tanık oldum! Her acemi gibi bağıra çağıra konuşarak bunun ne müthiş bir icat olduğunu anlatmaya koyuldum... Annem eliyle "sus" işareti yaptı. Dışarı çıkmak için izin istedim. O yıllarda her canım istediğinde çıkamıyordum. Vizeyi alınca doğru sokaklara vurdum kendimi. Yürüyebildiğim en uzak yere kadar yürüyüp test etmeliydim...

Müzik gerçekten de gittiğim her yere gelecek miydi?

Güzel tarafı, evet geliyordu. Siyah kulaklıkları takıp sesi kökleyince şehrin tüm gürültüsünden uzaklaşıp o hayal dünyasında yürüyebiliyordum. Kötü tarafı, hayal dünyasında kalem pil satılmıyordu. Volkmenin içinde ikamet eden şarkıcı esnemeye başladığında gerçek dünyada bir bakkala uğrayıp pil almak gerekiyordu. Volkmenimin tek kusuru buydu işte, madde bağımlısıydı.
Özellikle çinko ve karbona bitiyordu.


Şu dünyada insanların becerdiği en iyi şeylerden biri müziktir, diyorum. Yaptığımız bir çok zarar ziyan işleri düşünürsek müzik insanlığa yakışmayacak kadar güzel... Eski zamanlarda müzisyen bir arkadaş edinmekten geçiyormuş bu iş, ya da konserlere para yetiştirebilecek kadar varlıklı olmaktan... Bunların dışında müzik dinleme keyfini yaşamak mümkün değilmiş. Tabi kendin çalabiliyorsan ne mutlu. Fakat elini kolunu bağlayıp gözlerini bulutlara dikmek bambaşka... Bu keyfi kaç paraya satın alabilirsin? "İki kalem pil fiyatına en gözde orkestralar emrine amade olacak" deseydik, şaşırır mıydı ortaçağlı? "Kalem pil ne ola ki kurban?" derdi belki. Volkmen dediğimiz müzikçalar ortaçağ hayal gücünün çok ötesindeydi. Müziğe "ayak" eklemişti iki adet. Kısa zaman öncesinde tekerlek üzerinde de seyahat etmeye başlamıştı kendileri ama pabuçları bağlayıp ormana inememişti henüz. Kimsenin bilmediği ıssız koylarda yürümemişti.

Korkaklığını atan kedi gibi yavaş yavaş koynumuza sokulurken biz ne yaptık dersiniz? Müzikten kaçmaya başladık... Oysa asırlar almıştı bu yakınlaşma. Müzisyenlerin parmakları bedenlerimizde özgürce dolaşmaya başladığında irkildik. İcat ettiğimiz müzik yayan teknolojiler yüzünden biraz fazla maruz kalmıştık ona... Televizyonda, radyoda, sokakta, kapı zilinde, bazen de satıcı kılığında köşe başlarında çıkmaya başlamıştı karşımıza. Yan kesiciliğinden, kulak tecavüzcülüğünden bahsetmiyorum bile... 

Sorun şu ki müzik bozulmuştu. Zeka ve ince nakış isteyen o sanat dalı gitmiş yerine çağın gereklerine uygun ayaküstü tıkınma menüleri gelmişti. Bunlardan şikayet etmek için yazmıyorum. Kapitalist anlayışın egemenliği altındaki sosyal düzenimizde kaçınılmaz sonuç bu.

Benim değinmek istediğim şey, son zamanlarda çevremde gördüğüm hareketlilik. Doksanlı yıllardaki volkmen çılgınlığı artan bir hevesle geri dönüyor olmasın!? Ticari müzikler tarafından çepeçevre kuşatılmış insanlar şüphesiz ki her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyuyorlar kulaklarına set çekmeye. Ve müzikçalar teknolojisinin gelişmesi ve ucuzlamasıyla birlikte bireysel müzik dinleme keyfi giderek yaygınlaşıyor. Öte yandan internette pek çok müzik yapıtı kanunsuz yollarla da olsa ortak kullanıma açılmış durumda. 

Yani şeker var, un var, yağ var... Peki bundan sonra ne olur? İnsanoğlunun insan üstü çabalarla yarattığı eserleri tekrar keşfedebilir miyiz? Müzikle ilişkimizin ilk yıllarına dönüp çıplak bir "do" notasından tahrik olacak naifliğe ulaşabilir miyiz? Yoksa bizden beklendiği gibi helvamızı pişirip gelmiş geçmiş tüm müzik ustalarının ardından yemeye devam mı ederiz?

6 yorum:

mit dedi ki...

İlk walkmanimi aldığım günlere götürdü bu yazı beni. Nasıl da gittiğim her yere onu da götürdüğümü, çantamdan yedek pillerimi ayırmadığımı, her gece pillerimi itina ile şarj ettiğimi ve her sabah evden çıkarken dinleyeceğim kaseti seçme hazzını... Hepsi bir anda gözümde canlanıverdi. Yüksek sesle konuşma kısmına geldiğimde ise resmen kahkaha attım :) Herkes mi yapıyor bunu acaba?

Bu aralar mp3 playerlar herkeisin elinde bizim buralarda. Otobüste, vapurda, metroda herkes müzik dinliyor. Gencinden yaşlısına kadar hem de... Kimi pop takılıyor, kimi rock. İnanmazsın ama sabahın 7'sinde oyun havası dinleyenine bile denk geldim :)

Günümüz müzik piyasasından ise acayip şikayetçiyim. Kalite yerlerde, klipler desen açık saçık. Sonuç olarak o eski tat, o eski haz yok. Ben hala 80ler ve 90lar takılmaktayım. Yenilerde dinleyecek şey çok az maalesef.

Daha sık yaz ;)

hbasak dedi ki...

Benim de "bireysel müzik dinleme keyfi" ve "insanların kulaklarına set çekmesi" bazen kafamı kurcalıyor. Ben radyo dinlediğimiz günleri ve tv'nin tek kanallı olduğu zamanı hatırlıyorum... O günlerde set çekme imkanı yoktu, sırayla biraz "Türk Sanat Müziği", biraz halk türküleri biraz da "Türkçe sözlü hafif batı müziği" dinlerdik radyo ve tv'den... Annem sanat müziği severdi, ben "hafif müzik".... Pek şikayetçiydim o zamanlar istediğim müziği dinleyene kadar sıkıcı bulduğum başka müzik türlerinde parçaları da dinlemek zorunda kalmaktan. Ama şimdi farkediyorum ki hiç da küçümsenmeyecek bir sanat müziği repertuarım var, eski TSM şarkılarına eşlik edebiliyorum ve üstelik seviyorum da. Bu zevki de o yıllarda zoraki dinlediğim programlardan gelen birikime borçluyum. THM için de öyle. Şimdi radyo kanalları bile genelde sadece çok spesifik müzik türlerinde yayın yapıyor; herkes kanalını, tarzını, seçimlerini belirliyor; kendini sadece o müziklerle sınırlıyor; öteki türlere ne en ufak bir ilgi ne de başkasının sevdiği müziğe tahammül gücü gelişiyor...

Belki de dediğin gibi ortalığı kalitesiz müzikler kapladığından kendimizi korumak için içimize kapanıyoruz. Yeni teknolojiler sayesinde kendi seçimlerimizle başbaşa kalabilmek güzel de, bazen insan çok yalnız hissediyor.

hayatgibi dedi ki...

ben uzun zamandır cep telefonu ile devam ediyorum bu keyfe..

üstelik bilmem kaç gb'lık kapasiteleriyle minik hafıza kartları
ve walkmanler kadar kolay bitmeyen pilleriyle cep telefonları daha da teşvik ediyor insanı müzik keyfini bu kanala yönlendirmeye..

ara sıra " iyi eserlere " yer verdiğimiz kadar,
dinle-tüket türünden şarkılar da yükleyebiliyoruz tabii bu meretlere..

sonuç olarak acımasız zaman akışında bi şekilde sürükleniyoruz işte..

Şarküteri dedi ki...

MİT:
Müzik adına yeni arayışlar her zaman olmalı tabi ama bir yanda da çok büyük emek verilmiş, oya gibi işlenmiş müzik yapıtları var. 400 yılda oluşan müzik mirasını göz ardı etmek büyük kayıp. 70-80 leri ben de beğeniyorum. 90 lara biraz daha mesafeliyim. Arkası milenyum çünkü :)

BAŞAK:
Bireysel yapılan herşey yalnızlığı arttırıyor elbet te. Şimdiki hayat kültürü de bunu tetikliyor zaten. Ama iş kaliteli müziği keşfetmeye gelince bu işi biraz bireysel yapmaya mecburuz. Kitlelere yayın yapan kanalların "tanıtıcı müzik" yapmaya hiç niyetleri yok çünkü. Dediğin gibi spesifik bir tarzı benimseyip o türde yayın yapıyorlar... Klasik ve caz müzikle TRT radyoları üçüncü programında tanışmış biri olarak seni çok iyi anlayabiliyorum.

HAYATGİBİ:
Cep telefonu pratik hakkaten, iki farklı tür alet taşımayı gerektirmiyor. Nasılsa hep yanında. Ama benim telefonun güçlü bir hafızası olmadığı için yapamıyorum o işi. "Dinle-tüket" dediğim şarkılar ikinci üçüncü defa dinlemek istemediğim şarkılar... Yani zaten tek seferde tükettiğim için müzik çalarıma yüklemiyorum.

üçtemmuz dedi ki...

birliktelik duygusu an geçtikçe azalıyor. binlerce kez yapılmış bir tesbit ama böyle. herkes kendi bilgisayarıyla, Tv'siyle ya da mzüik çalarıyla başbaşa. bazen biri sesleniyor bak bak burada ne var? yani gel sen de benim aldığım keyfi al diyor.:) ama bu çağrı bile çoğu zaman aynı coşkuyla karşılanmıyor. kendi kendimize yaşayıp gidiyoruz.:)bilmem ki ne olur bunun sonund* belki kendi filmimizi çeker, kendi şarkımızı besteler tek başımıza dinleriz. bunu hiç istemem.:)

Şarküteri dedi ki...

ÜÇTEMMUZ:
Bireysellik kaçınılmaz olarak artıyor evet. Kendimize dönüp özgürleştiğimizi sanarken acaba kabuğumuza kapanıp yalnızlaşıyor muyuz? 21. yüzyılın en popüler sorusu bu...

Ama benim bu yazıda olumlu olarak değerlendirdiğim şey, bireysel müzik dinleme ve dolayısıyla yeni tatlarla ve kaliteli eselerle tanışabilme imkanının artması...