1.01.2012

Şükürler Olsun!


Blog şifremi hatırlayamadım. O kadar unutmuşum, siz varın anlayın. İnsan en sevdiği hobilerinden birini bu kadar boşlar mı? Valla "insan" deyince bir durup düşünmek lazım, evet boşlar. Kendisinden her türlü ihmal, her türlü vefasızlık ve afedersiniz puştluk beklenir. Çünkü insan yani!  Dünyada şu ana kadar yaşanmış bütün problemlerin kaynağından bahsediyoruz. Bu aciz dostunuz yine iyi, en kötü kabahati bir yıldır yazı eklememek olmuş. Bence bağra basılır "üzülme olum" denir. Öyle üzerine gidilip kalbi kırılmaz.

Yeni yılla birlikte bir dönüş yapmak istedim. "1 ocak" birçok başlangıca gebedir bilirsiniz. Rejimler, kararlar, sigara bırakmalar vs. Haa, her gebelik doğumla sonuçlanmayabilir elbette ama nihayetinde kafadaki milat ile birlikte yeni bir şeyi uygulamak daha kolay görünür. Bi de arkadaşlara söylenişi de güzeldir bunun:

"2012 yılbaşından beri kakamı yapmıyorum" gibi mesala! 
"Bırakçam dedim, bıraktım" 
"Zaten sıçmak kafada biten birşey bence"

Tabi burada örneğe takılmayın, öyle aklıma geldi yazdım. Ben de kısmetse ilerde blog hayatımdan bahsederken "Yaa 2011' de hiç yazamadım ama 2012' iyle beraber blog macerama çok şükür kaldığım yerden devam diyorum" demek isterim. Bence derim bunu.

Kısaca özet vereyim. En son 31 Ocak 2011' de yazmışım. Orada bahsettiklerimin uzantıları halen devam ediyor. Mesala Antalya merkezde yaşıyorum artık. Ama iş nedeniyle diğer şehirlere de gidiyorum, özellikle seracılığın yoğun olarak yapıldığı bölgelere... İrtibat listemde 500 kadar insan var. Bunların içinde üreticiler, firmalar, ziraat fakültesi hocaları, tarım ve köy işleri personeli var. İşim, bu kişilerle sürekli irtibat halinde olup kendi sera modelimizi tanıtmak! Ve satmak tabi. Lakin peynir ekmek gibi satılan şeyler değil bunlar. Öncelikle ürünle ilgili her türlü detayı enine boyuna konuşmak gerekiyor. Bir de bizim firmanın tasarımlarının alışılmışın dışında olduğunu kabul edersek, ki kabul etmeliyiz bence, işimin ne kadar zor olduğu ortaya çıkacaktır.

İşimde bir yılı resmi olarak tamamlamış bulunuyorum. Bu acemilik süresi kolay değildi inanın. Hem çalışma yöntemine hem de işin miktarına alışmak kolay olmadı. Yeni bir ülke, yeni bir pazar söz konusu olduğu için ve firmanın Türkiye' deki ilk temsilcisi ben olduğum için "yapılması gereken şeyler" denizinde boğuldum. Geçen sene içinde birçok tercüme gerçekleştirdim. Firmanın kitapları ve internet sayfası bunlardan birkaçıydı. Şu güne kadar yurt içinde ve dışında firmayı temsilen 5 adet fuara katıldım. ABD, Meksika, Kanada, İsviçre ve Almaya' ya da bulundum. Adana ve İzmir ziyaretleri gerçekleştirdim. Şu anda da Azerbaycan ve Birleşik Arap Emirlikleri için gezi planları yapıyorum.

Türkiye' deki ilk yılımızda ilk seramızı satmayı başardık. Orta Asya ülkeleri için de büyük bir model teşkil edecek bu sera bir aksilik çıkmaz ise 2 ayda tamamlanacak ve içinde bitkiler ile birlikte gösterme şansımız olacak. Heyacanlıyım yeni yıl için. Bakalım bizi neler bekliyor? Yeni yıl ile birlikte kafamdaki "motto" yu da değiştirmeye karar verdim. Kakasını tutan adam gibi ben de radikal kararlar almak zorundaydım :)

"Yapılacak çok iş var ve benim vaktim yok" isimli zihinsel düşünceyi yok edip,
"Yapmam gereken herşey için bolca vaktim var" isimli cümleye terfi etmeye karar verdim.
"Zaten zaman kafada biten birşey bence"

Yeni yıl hepimize mutluluk ve afiyet getirsin.
Ellerimize sağlık.

31.01.2011

Ocak Ayı Toplaması


Ocak Ayı Toplaması' nı ocak ayının son saatinde yazmaya başlamak ta ayrı bir güzel oldu. Kendi kendime verdiğim sözlerden ötürü (kimden ötürü, senden ötürü) herhangi bir ayı en az bir yazı ile taçlandırmam gerekiyor. Boz ayı, kutup ayısı fark etmez, önemli olan en az bir yazı ile dolması. Doldurulması.

Çocukluğumdan beri mizah dergisi okuma alışkanlığına sahibim. Yaşım gereği Gırgır' da kenar süsü niyetine çizilen "Özal" başlarını da hatırlarım. Son yıllardaki tutkum da Uykusuz ve Penguen dergileri... İnanır mısınız, tam 5 haftalık dergi birikti evde. Genelde çıktığı günde ya da taş çatlasın bir sonraki günde okuyup bitirdiğim dergilerimi okuyamaz oldum. Hom ofis beni benden aldı.



Daha önceki yazıda değindim gibi belli bir iş saatim, bürom, ofisim yok. İşlerimi evden yürütmeye talip oldum. Yani çarşıya çıkmadan nar alıp gelmek ve narı daha açmadan "bin tane" çıkacağını kestirmek zorundayım. Bu da tecrübe istiyor, tecrübe zaman istiyor, zaman sabır istiyor, sonra hepsi birden uşağa!

31.12.2010

İki, Bin, On ve Bir

    
Bu dört arkadaşın el ele verip koca bir yılın hakkından gelmesine çok az kaldı. Bir önceki yılın Aralık ayında nice umutlarla beklediğimiz 2010 yılını şimdi "pis, kaka" diyerek uğurlamaya, hatta kaba etine denk getirebilirsek güzel de bir tekme sallamaya hazırlanıyoruz. Nankörlük bizimkisi. İnsanoğlu çiğ süt emmiş, diye boşuna dememişler. 

Fakat ben şahsen 2010' dan çok memnun kaldım. Uzun zamandır gözümde büyüttüğüm askerlik görevimi tamamladım bu yıl. Yurtdışındaki özlem günlerinin ardından ailemle bol bol vakit geçirme şansım oldu. Babam 37 yıllık memuriyet hayatını bu yıl sonlandırdı. Ve ben Türkiye' deki ilk işime bu yılın son ayında kavuşmuş oldum. Daha ne istenir ki bir yıldan? Ha, bir şey kaldı geriye ama onu da iki, bin, on ve bir  kardeşlere havale ettik artık...

26.11.2010

BU DA OLDU!


Öğretmen öğrencilerine facebook üzerinden ödev verdi. Ödevi veren kişi çok eski bir arkadaşım. Görünce dayanamayıp buraya taşımaya karar verdim. Tüfeğin icat olması, paranın bulunması gibi bir milat çünkü. 

Öğrencilerim! İlköğretim için şiir, lise için düz yazı olmak üzere "öğretmen" konulu yarışma var, lütfen tatilde bir şeyler karalayın ve bana e-posta yoluyla -Profilimden adresimi alabilirsiniz- gönderin. Gönderemeyenler pazartesi elden de verebilirler. Sevgiyle..

7.11.2010

Dilden Dile Şiir / Sizin için


İki buçuk yıl süren Amerika macerasının sonunda ülkeme geri dönüyordum. Bavulum her zamanki gibi bomboş gözlerle bakıyordu bana. Bomboş olan gözleri değil, gözleri bu arada... Kelime oyunu yapmıyorum, vallahi çok kötü bir huyum var. Bir yolculuk öncesi ne yapıp ne edip bavul hazırlamayı hep son dakikaya bırakıyorum. Bakın, son saate demiyorum. Son dakikaya! Bu sefer de benzer bir durumla karşılaşacağımdan habersiz "nasıl olsa daha 18 saat var" diyerek evden çıkmaya hazırlanıyordum ki telefon çaldı. Arayan annemdi. "Hazır mısın oğlum?" diye sordu. Annelerin koku alma yeteneklerine hayranım. "Son rötuşları yapıyorum anne" dedim. Yalan değildi. "Son rötuşlar" çoğul bir ifade olduğu için zaman içine yayılabilme ihtimalleri vardı. Ve görünüşe göre bu ihtimali seve seve değerlendireceklerdi!

4.10.2010

Eski Aşkım Müzik


"Walkman" yani yürüyen adam denmişti adına. Biz adında değildik, daha çok kafaya taç misali takılan sünger kulaklıklarına hasta oluyorduk. Kayıt stüdyosunda camın arkasında şarkı söyleyen adama benzeyecekti bunu takan. Ya da helikopter pilotu gibi kasım kasım kasılacaktı. Helikopter pilotları kulaklıklarını takıp kasım kasım kasılıyorlar mıydı? Çocukluk aklıyla evet, şimdiki aklımla bilemiyorum diye cevaplayacağım. Sonuçta pek kimsenin uçuramadığı bi aleti uçuruyorsun... Neyse, demem o ki o yıllarda pek alışık olmadığımız bir görüntüydü sokak ortasında kulaklık.

Nasıl yapmalı, nerden bulmalı, bir volkmen edinmeliydi. Mahallemize ilk ateş komşumuzun oğlu Onur' un elinden düşmüştü bile. Bundan sonra rahat uyku yoktu bize... Bol bol hayal kurup volkmenimizi alınca nerelere gideceğimizi, volkmende hangi kasetleri dinleyeceğimizi düşlemeliydik. Tabi bu arada babalarımızı da her gördüğümüz yerde sıkıştırıp zırlama nöbetleriyle sonuç almaya çalışmalıydık.

"Ama Onur' un babası almış"

14.09.2010

Profesyonel Fotoğrafçı

 
Askerlik yazılarını bitirdik ama "acemilik" döneminde tuttuğum bazı notlar geçti elime, okuyup okuyup gülüyorum. İşte bunlardan biri... 


Komutan: Aranızda fotoğraftan anlayan var mı?
Asker: Var komutanım.
Komutan: Ama profesyonel misin?
Asker: !?
Komutan: Yani bu işten para kazandın mı?
Asker: Cumhuriyet altını kazandım.

10.08.2010

Küresel Kaygılar

 
Bir aylık bir aradan sonra tekrar merhaba. Amacım ayda en az bir yazı yazabilmek. Hiç olmazsa Şarküteri' nin sürekliliğini korumak için yapmam lazım bunu. Tabi daha çok yazmak, gözlemleri, fikirleri akla geldiği anda göğüste yumşatarak klavyeye indirmek en doğru iş. Ama gördüğünüz üzere başaramıyorum bunu bu aralar... Üstelik son bir haftadır vaktimin çoğunu bilgisayar karşısında geçirmeme rağmen konsantre olamıyorum. Aklım çeşitli çeldiriciler tarafından çeliniyor. A konusunu arşatırmak için girdiğim bir "gugıl" aramasından C konusu hakkında bilgilenip F konusu hakkında da merak sahibi olarak ayrılıyorum. Tabi ki bunula bitmiyor, F konusunu aramak için geri döndüğümde aslında M yönteminin U yöntemine göre ne kadar üstün olduğunu düşünürken buluyorum kendimi. Sonra kafamın içinden annemin sesine benzer bir ses geliyor: 

"Blog yazısı ne oldu?"

5.07.2010

Hafıza

 
Atalarımız da bizim gibi kıyaslama yapmaya meraklıymış. Çok okuyan mı bilir, çok gezen mi diye merak etmişler. Eh o zamanlar basılı kaynaklar kısıtlı olduğundan, bilse bilse "gezen" daha çok bilir diye karara bağlamışlar. Fakat bu gezen kişi de nasıl bir seyyahsa artık, eline zerre kitap almadan geziyormuş. O zamanlar Kamil Koç yok, hayatı yollarda geçen adam kendini nasıl oyalıyormuş ki?

"Ya ne okuycam, nasıl olsa çok geziyorum. Çok bilen adam olmama şunun şurasında 6 vilayet, 4 kasaba kalmışken niye kasayım aga?"

şeklinde mi düşünüyordu acaba? Halbuki gezdiği kadar da okuyup incelese ünlü türk büyüklerine yeni bir isim eklememiz mümkün olabilirmiş. Ama tercih meselesi tabi, bazı atalarımız yedikleri içtikleri kendilerine kalmak kaydıyla gezip gördüklerini anlatmayı daha cazip bulurken, bazıları da kariyerlerine "görece daha az bilen insan" olarak devam ederek kitaplara gömülmeyi seçmişler. Bunların hepsi ata. Ataya saygı duymak lazım.

17.06.2010

Bağış


Geçenlerde Kızılay' a bağış yaptım. Para değil, erzak değil, çadır bezi hiç değil... Bir avuç kan! Vücudunun içinden birşey çıkarıp bağışlamak ne yüce bir duygu. Hani ciğere ihtiyacı olan bir arkadaşına "ak mı kara mı?" diye sorduktan sonra "bi saniye" deyip löng diye çıkarıp vermek gibi... Hadi o kadar da abartmayalım ama manevi tatmin açısından organ bağışlamaya çok yakın bir duygu kan vermek. Bi de Kızılay' ın güzel bir uygulaması var, bağışladığınız kan ihtiyaç sahibine ulaşınca cep telefonunuza mesaj atıyorlar... Başta bunun bir formalite olduğunu düşünmüştüm. Yani "kanlar kişilere ulaşsın ya da ulaşmasın her durumda mesajı sallıyorlardır" dedim. Fakat öyle değilmiş, poşetler üzerindeki barkot sistemi ile kimin kanı kime verildi, ne kadar uyum sağladı diye kayıtlar tutuluyormuş...