5.09.2006

O Zaman Şarkı Söylemek Lazım


Kendimi bildim bileli şarkı söylemeyi hep sevmişimdir. Evde, kırda, plajda (sağlıklı ambalajda, dememek için kendimi zor tutuyorum ve hatta tutamadım söyledim. Of yaa, sana kaç kere söyleyecem böyle uzun parantezlerden hoşlanmıyorum diye…Yazının akıcılığını bozuyor. Neyse, bu sondu zaten, şimdi tekrar parantezin başını arayıp bulmaktan kurtarmak istiyorum sizi. Cümle şöyle gidiyordu: Evde, kırda, plajda) ne zaman yalnız kalsam hemen patlatırım bir şarkı… Kaşlarım Küçük Emrah’ın kaşları gibi açı yapar. Parmaklarım bulabildikleri ilk nesnenin üzerinde ritm tutmaya başlar. Açık alanlarda ritm tutulacak yüzey olarak en çok göbek kullanırım. Hele yeni yemekten kalkılmış ve yarım litre su içilmiş ise o göbek en ideal tonlamayı verecektir. Ve başlarım o günün popüler şarkısını veyahut ta türküsünü icraya:

“Drama köprüsü bree hasan daaardır, geçilmeeez. Haaaasaaaan…”

Elim göbeğimde “şaptıkı şaptıkı” gezerken birçok kereler başka insanlara yakalandım. Bu öyle bir çeşit yakalanma ki telafisi mümkün değil. Ne diyebilirsiniz ki insanlara?
  
>>

“Drama köprüsü bree hasan daaardır, öhöö, öhöö midem de nasıl sızlıyor Osmancım, doktor günde üç vakit bu türküyü verdi…”

O yüzden göbek eşliği yapmadan önce iki kere düşünmekte fayda var. Sonra her şarkıda göbek eşliği gitmez… Kimi şarkı var, parmak şıklatma ister, kimi şarkı var topukları yere çarptırıp hafif bir dans ister. O yüzden bir eşlik yapmadan önce:

  1. Ortamın uygunluğuna
  2. Şarkının / türkünün tarzına dikkat etmek gerekir
Efendim, biz ne kadar uğraşsak ta nafile, zamanında babamızdan ‘çekiniklik’ genlerini alıp yüklenmişiz. Olmuyor, toplum içinde çok uzun süre barınamıyoruz. Üzerimizde dolaşan kıpır kıpır insan gözleri yoruyor bizi. Buna ilaveten bir de “Toplum içinde şarkı söylemek mi? Haşaaaaa! Ne haddimize" diyoruz. Diyoruz da yine de şarkı söylemekten geri kalamıyoruz. Eh ne yapalım, tuveletin taşlarıyla banyonun fayansları eskisi gibi çoşkuyla alkışlamaz oluyorlar bir süre sonra... Biz de yeni sahnelere yeni kitlelere yelken açmak istiyoruz. Kolay mı? Tabi ki değil...

Küçük bir çocukken kendi kendime bir yöntem keşfetmiştim. Şimdi burada biyolojik olarak nasıl tarif ederim bilmiyorum ama bu yöntem bir nevi içsel şarkı söyleme yöntemiydi. Kulağıma azıcık basınç verip duyma kapasitemin bir kısmını kafatası içine yöneltiyordum. Yani, içimden mırıldandığım şarkıyı daha yüksek bir sesle dinlemem mümkün oluyordu. (Çağın en asosyal buluşu yalnız bu) Eminim bütün çocuklar denemiştir bunu birkaç kez… Böyle yapınca insan sanıyor ki içindeki bu sesi sadece kendin duyuyorsun. Oysa pekala başkaları da duyabiliyormuş… Bu gerçeği ne yazık ki bazı klinik ve deneysel testlerden sonra yirmili yaşlarda fark ettim.

Toplum içinde çaktırmadan şarkı söylemenin en etkili yolu ise “gürültü içine kaynama” metodunu uygulamaktan geçer. Özellikle sanayi devriminden sonra başlayan makineleşme, insanoğlunun kafasını artan bir ivme ile şişirmeye (dileyenler burada daha etkili bir yüklem kullanabilirler) devam ettikçe, insanoğlu da bu sesi azaltmak için çalışmaya başlamıştır. Oysa, ilahi insanoğlu, ne gerek vardır böyle bir çabaya? Al işte sana gündelik hayatın her alanında şarkı söyleme imkanı:

İçinde bulunduğun otobüsün şoförü ikinci viteste 5000 devri mi zorluyor? Aman hiç durma,

“Bahçalarda börülceee, bahçalardaaa börülce, oynar gelin görümceee”

Devir düştükçe sen de “fade out” yaparak yavaşça çıkarsın parçadan… Yok eğer kaptan daha da gaza abanırsa bu sefer tempoyu yürüterek coştukça coşabilirsin.

Farz edelim yolda yürürken belediyenin doğalgaz çalışmasına denk geldin. Önce kravatını çöz boynundan ve sakince kafana bağla(rambo sitilinde) Bekle… Dur biraz daha… Havalı delgi aletinde olsun gözün. O korkunç gürültü başlar başlamaz koyuver kendini,

“Sallaaaaa, sallaaaaaa gül memeler oynasın, salla salla yer yerinden oynasın”

‘Hep te oynayacak mıyız be dostum?’ diyebilirsiniz. Haklısınız, ben kendim Trakyalı olduğumdan hep böyle örnekler verdim. Halbuki bunun hüznü de olur, efkarı da olur, hayat bu…

Peki, diyelim efkarlısınız, kız arkadaşınız ile kavga etmişsiniz. Aman ne güzel, ne şanslısınız… Yok, kavga ettiğiniz için değil elbette, efkarlı olduğunuz bu vakitte bir matbaaya denk geldiğiniz için çok şanlısınız. Yalnız bu matbaanın, dijital baskı yapan yeni yetme matbaalardan olmamasına dikkat edelim... Hemen içeri girin ve davetiye çeşitlerini görmek istediğinizi söyleyin. Matbaacı önünüze “evleniyoruz, mutluyuz” yazılarıyla bezeli bir yığın davetiye çıkaracaktır. Tutmayın kendinizi… Burada yabancı yok, ağlayın… Ve o mekanik aletlerin “largo” ayarındaki temposuna bırakın kendinizi,

“Kurşun adres sormaz ki, yaktın beni en derindeeeen. Depremlerde yine yüreğim, yangınlar çaresiiiiiz”

Bugün otobüs durağında beklerken işte bu yazıyı yazmama sebep olan o olay gerçekleşti. Alsancak’ a gitmek için otobüs bekliyordum. Yanımda da mevsim sebzeleriyle dolu poşetler bekliyordu. Poşetler dedim çünkü bunların sahibi olması gereken şahıs kucağına aldığı aşırı yükten dolayı gözükmüyordu.

Belediyelerin kaldırımları temizleyen araçları vardır bilir misiniz? İşte onlardan biri geldi durdu önümüzde. Hem de tam otobüslerin yolcu indirip bindirdiği o yerde durdu. Maç seyrederken televizyonun önünden geçen "eş" misali kapadı bütün görüş alanımızı. Artık ne gelen otobüsleri görebiliyorduk ne de gidenleri… Aracın sürücüsü usulca aşağı indi ve arka kaputu açarak oradaki bir şeylerle oynamaya başladı. Yaptığı her neyse acayip gürültü çıkartıyordu. Ve tahmin ettiğiniz üzere "Nağmelerden Gönüllere" adlı programımız başlamak üzereydi. Vakit kaybetmeden takdim konuşmama başladım:

"Programımıza güftesi Vecdi Bingöl’e, bestesi Sadettin Kaynak’a ait olan bir nihavent fantezi ile başlıyoruz; Menekşelendi sular, sular menekşelendi, esmer gözlü akşamı dinledim yine sensiz…”

"Sonra Hüseyni makamında bir türkü ile devam edeceğiz; Keklik dağlarda şağılar, yavrum diyen diyen ağlaaaaaar, günden güne yansa dağlar, görenlerin bağrı yanar…”

Ve aynen planladığım gibi yaptım. Üstüne her zamanki 9/8’ lik Rumeli türkülerimden patlattım. En sonunda da kasap havasıyla bi güzel düğüm attım. Doğrusu benim gibi zengin program yapana az rastlarsınız dostlar… Hele öğle sıcağındaki gözden ırak bir otobüs durağında bu denli çoşkulu bir müzik ziyafeti görülmüş şey değildir…

Canım sıkıldı tabi bir vakit sonra… Yarım saattir gelen giden yoktu durağa. Temizlik arabası hızından hiçbir şey kaybetmeden çalışmaktaydı fakat benim artık şarkı söyleyecek halim kalmamıştı. Acaba otobüs ben gelmeden hemen önce mi geçmişti buradan? Kafamı çevirip yan taraftaki şahsa baktım. Şahıs tam bir “standart dışı türk insanı” olmalıydı. Yarım saattir gıkını bile çıkarmadan sabırla beklemiş bu insan, her nasılsa bu sıcakta o plastik torbaların içinde pişmeden durabiliyordu. Artık dayanamadım:

“Pardon, 63 numara geçti mi acaba? ”

diye sordum. Fakat herhangi bir yanıt gelmedi.

“Pardon, ben gelmeden önce 63 geçti mi buradan? ”

diyerek üsteledim. Yine de bir kıpırdanma yoktu. Daha da yaklaşıp baktım. Normalde yüzünün durması gereken yerde soğan ve patates torbaları durmaktaydı. Elimi uzatıp bacağını dürteceğim sırada derinlerden gelen o fısır fısır ses durdurdu beni. Tanrım, Neil Armstrong ayda ezan sesi duyduğunda benim kadar şaşırmış mıdır? Emin olmak için biraz daha yanaştım. Evet ya, başka ne olabilirdi ki? Olanca temposuyla o şarkı dökülmekteydi dudaklarından:

“Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane parkında, ben bir ceviz ağacıyım Gülhane parkında, ne sen bunun farkındasın ne de polis farkında, ne sen bunun farkındasın ne de polis farkında… ”


ÖNCEKİ YORUMLAR:

Yazan:vaveylaa | Tarih: 2006-09-05 15:24:17
Konu: merhaba
valla bence de daha farklı sorular olabilirdi, şölee sosyal içerikli falan, ama ellerinde bu anket kalmış sanırım. kimin hazırladığını bilmiyorum ama aylardan beri o blogcu senin bu blogcu benim dolaşıp duruyo. bir sonu var mı bunun onu da bilmiyorum valla, Allahtan ben sıramı savdım. heheee başka blogcular uğraşsın şimdi. Sıra sana da gelecek bigün, şimdiden hazırlıklara başla sen
giderken şöyle bir vedayı uygun gördüm: bülbülümmm altııınnn kafeste, öter aheste aheste. ben sana dayanamammm yarim ben sana aldanamammm ammaaann
Yazan:butterflyvalley | Tarih: 2006-09-05 18:17:14
Konu: :)
Senin mizah yazılarına hayranım. Hep okumak isterim. Zaten şiirlerinin arka planında hınzır bir çocuğun gülümsemesi yatıyor.

Kimi blogcular (hadi biraz dedikodu olsun) iyi yazıyorlar ama çok özensiz yazıyorlar. Sen hem iyi, hem de özenli yazıyorsun. Bu hoşuma gidiyor.

Şu benim bir yere gitme konusunda da blogumda da gerekli açıklamayı yaptım ama tekrara düşmeden şunu da belirteyim. Bir yere gitmiyorum. Sadece bir kısım yazılarımı (aşk. meşk vs.) başka bir blogda yayınlamaya karar verdim. O blogu da şimdilik gizli tutuyorum. Belki birgün açıklarım. Ama oradaki yazıları okumaktansa, okunmayı hakeden nice kitap olduğunu da hatırlatmak isterim.

Saygı ve sevilerimle. İşlerinde kolaylıklar dilerim.
Yazan:ipeksol | Tarih: 2006-09-05 19:13:22
Konu: ben geldim...tık..tık..kimse var mı

tek kelimeyle süper..
çok blog gezmesi yapıyorum ama bu blog da gerçekten özenli cümlelerle esip geçmişsin..
tekrar uğrayacağım..
gönlünce ol olur mu?
Yazan:caglarbilir | Tarih: 2006-10-15 23:18:15
Konu: geldim.
eryol.blogcu.com beni yönlendirdi, geldim okudum. çocuksuz sezaryen olmuş bir şekilde gidiyorum.
Saygılar.
Yazan:eryol | Tarih: 2006-10-19 23:32:17
Konu: ehe öhö
hmm.. peki, itiraf ediyorum, sessiz bir şarküteri okuyucusuyum, okuyup, sessizce gidiyorum. Özellikle bu yazıda yeralan grültü eşliğinde şarkı söyleme vakasını çocukluğumdan beri yaparım. Ve hatta yazı içerisinde yeralan çekingen ama şarkı söylemek isteyen tip tarifini de kendime çok yakın buldum. ve evet, bir sezeryansız çocuk ta ben doğurdum sanırım, gülmekten..

Teşekkürler sayın YEC, ellerinize sağlık. Severek izliyoruz :)
    

Hiç yorum yok: